14 Şubat 2011 Pazartesi

Yaşamak damarı, hıfz-ı hayat...

Üstad hazretleri 8. sözü bu cümle ile bitirir. Beraber, bütün olarak paragrafa bakalım: "Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksad yapsa, zâhiren bir cennet içinde olsa da, mânen cehennemdedir. Ve her kim, hayat-ı bâkiyeye ciddî müteveccih ise, saadet-i dâreyne mazhardır. Dünyası ne kadar fenâ ve sıkıntılı olsa da, dünyasını Cennetin intizar salonu hükmünde gördüğü için, hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder. 

"hayat-ı faniyeyi esas maksat yapmak" nasıl olur sizce? Maksadımızın fani hayat yapmak? Bilmiyorum tam muvafık gelir mi ancak hayat-ı faniyeyi esas maksat yapmak cümlesi ile üstadımızın "yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfatla ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki, ednâ bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor.cümleleri birbirine bakıyor...

işte bu hal üzerinde olan nefislerimiz için ise zahiren bir cennet içinde olsa da manen cehennemdedir manası tahakkuk ediyor.

Peki gerçekten hayatın muhafazası mümkün mü? elbette mümkün ancak bu muhafaza sadece dünyevi hayatımızın daha güzel, daha iyi geçmesi, daha uzun yaşamamız için midir? yoksa ahirette ki hayatımızı acaba dünyada, dünyadan muhafaza altına alabiliyor muyuz... Hakiki manada hıfz-ı hayat etmemiz gereken hayat, hayat-ı dünyeviyeden ziyade hayat-ı bakiyemiz olması gerekmez mi?

düşünsenize medeni hukuk dahi meşr-u müdafa der hayatı korumaya. yani hayatına kast eden her şeyi meşru müdafa ile yok edebilirsiniz.. Peki hayatımıza emr-i ilahi ile kast eden ölümden kurtulmak ve idam-ı ebediden kurtulmak ve hakiki manada baki hayatımızı muhafaza etmek çaresi yok mudur?

bizi imandan başka hangi silahımız kurtarır...

devam edeceğiz şimdilik kısa bir mola.

8 Şubat 2011 Salı

Göz Terbiyesi...

Bismillah...

Bu yazımızda vücud çiftliğimizde emaneten verilen göz hassesini başta risale-i nurun 6. söz eseri olmak üzere çeşitli kısımlardan istifade ile izah etmeye çalışacağız.

Hasse;lügat manası olarak duygu, bir şeye mahsus kuvvet manasına gelmekte. Hassenin kuvvet olarak da kullanılması gerçekten hayret-i mucib. Özellikle üstad hazretlerinin göz organı, göz uzvu gibi tabirler kullanmayıp "Meselâ, göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder"... şeklinde kullanması ruh ile göz arasındaki alakayı kalbimize hissettiriyor. Hem madem ruh ile göz arasında böyle kuvvetli bir alaka ve bağlılık var ve hem madem ruh bu alemi göz penceresinden seyreder, acaba maddi gözümüze ağırlık yapan bir kıl tanesini gözümüz kaldıramaz iken, belki gözden daha hassas olan ruhumuza göz penceremizden hangi ağırlıkları soktuk, ruhumuza gözümüzden hangi oklar geldi, deldi, ve geçti... ve ruhumuzu muhafaza edemedik...

Malumunuz evlerimizde pencereler vardır. Pencere bir muhafazadır mahremden. Perdedir üzerinde örtülen. Pencere kırık olsa içerisi üşüyecektir. Pencere örtülmese içerideki mahremler görülecektir. Pencere her daim açık olsa içeri hırsızlar girecektir... Bu teşbihlerden sonra üstadımızın ifadesini tekrar okuyup tefekkür etmeye ne dersiniz. "Meselâ, göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder"... Ruhumu mahremlerden muhafaza, Ruhumun latifelerini çalan hırsızlar... Haramlar...haram nazarlar... Hadi pencerelerimizi örtelim...Kapayalım gözlerimizi...

Ahir zamanın en dehşetli zamanında gözlerimize her ortamda lehviyatlar hücum etmekte. O kadar hücum etmekte ki ülfet eylemişiz normalleşmişiz. Bundan da ne olur ki diyecek görüşe gelmişiz. Peki göz hassesi, gözdeki bu kuvveti nasıl kullanacağız... Bunu üstadımız şöyle ifade ediyor altıncı sözde: "Meselâ, göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, geçici, devamsız bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvat derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve Onun hesâbına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir mütâlaacısı ve şu âlemdeki mu'cizât-ı san'at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübârek bir arısı derecesine çıkar

Sözün güzelliği kısalığındadır hakikatince müşevveş fikirlerimi daha fazla beyan etmeden aziz üstadımızın göz hassesine(kendi alemimdeki tefekkür ile) risale-i nurda temas ettiği yerleri okumayup tahlile çalışalım.

- Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvat nerede, kütüphâne-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı nerede?(1)
- Risale-i Nur talebelerinden bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: "Bende unutkanlık hastalığı tezayüt ediyor, ne yapayım?" (Bir öğretmen olarak özellikle bu ahir zamanda en ziyade müşahede ettiğimiz şeylerden bir tanesi de öğrencilerimizin "hocam aklımda tutamıyorum, kafam almıyor, aklıma girmiyor" diye serzenişleri ve bir çoğuna göre çok basit olan şeyleri dahi unutmaları"... acaba diyorum etrafımda tv, internet, telefon gibi vasıtalarla lehviyatların kucağına düşen bu evlatlarımız farkında olmadan bu haram nazarların kucağına düşmüş ve kuvve-i hafızalarına zarar gelmiş olamaz mı)










Ben de dedim: "Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme. Çünkü rivayet var: İmam-ı Şâfiî'nin (r.a.) dediği gibi, Haram-ı nazar, nisyan verir." 


Evet, ehl-i İslamda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudunda su-i istimalâtla israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına zaaf gelir. 


Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o su-i nazardan su-i istimalât, umumî bir unutkanlık hastalığını netice vermeye başlıyor. Herkes, cüz'î, küllî o şekvâdadır. (2)


Dikkat edelim ki göz öyle bir hasse ve gözde öyle bir kuvvet var ki nazar-ı harama müptela olunca diğer hasselerimiz ve ruhumuz nasıl da yaralanıyor... Rabbim muhafaza eylesin...


Bir diğer husus da haram nazardan farklı olarak "göz ile takip neticesinde ruhumuza ve hizmetimize verdiği zararlar" noktasında da göz hassesine bakmamız gerekmekte: "İşte bu hakikate binaen, değil on üç ay, belki on üç sene dahi bakmasam hakkım var. Sizler baktınız, günahlardan başka ne kazandınız? Ben bakmadım, ne kaybettim" (kastamonu lahikası s: 161) Üstad hazretleri bu ifadeleri siyasi hadiseleri merak ile takip etmek meselesi için söylemiş. Mektubun tamamı için ilgili risaleye müracaat edilebilir.

Risale-i nurlardan eserleri her daim göz önünde bulundurmak manasında Meşveret-i şer'iye ile reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risâlesi'nin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilaf bu vakitte Risâle-i Nur'a büyük bir zarar verebilir

Rabbim gözlerimizi hakiki kuvvetine oluştursun ve bu zamanın cazibedar fitnesinden muhafaza eylesin...  Amin... 

Halil KARTAL

7 Şubat 2011 Pazartesi

Küçük daire ve Geniş Daire ve İman hizmeti...

Bismillahirrahmanirrahim...


Üstad Bediüzzaman hazretleri Risale-i Nur'da herkesin bilfiil olarak yapmakla mes'ul olduğu vazifeleri tanzim ederken ederken anlattığı teşbihlerden bir tanesi de "daire" teşbihidir. Üstad hazretleri daire teşbihi yaparken "küçük daire ve geniş daire olarak" iki ifadeyi zihnimize gösteriyor. Biz bu yazımızda elimizden geldiğince bu iki kavramın okyanus gibi manalarından kendi bardağımıza düşeni kadarını sizle paylaşmaya çalışacağız. Zira "Bir şey bütün bütün elde edilmezse, bütün bütün terkedilmez".

Konumuzla alakadar olan bir çok yerden şimdilik bir kaç paragraf üzerinde mütalaamızı sürdüreceğiz:


"Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) Haşiye hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hadise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?" dediler. 

Cevaben dedim ki:
Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir. 


Risale-i nurda geçen bu mektub her zaman tazeliğini korumakta. Özellikle islam mukadderatıyla alakadar olan geniş dairedeki bir hadiseyle Bediüzzaman Hazretlerinin alâkadar olmaması durumu hayret-i mucib. Cevaptaki noktaları beraber mütalaa edelim:


Ömür sermayesi pek azdır, lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedahil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, ta zihayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var... Saydığımızda 12 daire görmekteyiz...


Her bir dairede her birimizin elbette vazifesi olmakta, ancak en büyük vazife nerededir? diye sual ettiğimizde üstad hazretlerinin en dar ve küçük dairede en önemli hizmet vardır dediğini görüyoruz. Bana çok ilginç gelen ise kalb dairesindeki vazifenin mide dairesinden dahi önce gelmesi. Yani mideyi doyurmaktan daha evvel kalbi doyurmak vazifesi ile muvazzaf olmamız.

Burada nefislerimizi aldatmış ya da aldatabilecek olan bir noktayı kendi nefsimde gördüğüm için buraya almak istiyorum. Teknoloji çağı, bilgi çağı ve iletişim çağı olan bu ahir zaman(ımız)da tv, internet, telefon gibi vasıtalarla alakamı gözden geçirdiğimde kalb dairemdeki hizmetimden ziyade "kalb dairesine göre dördüncü, beşinci dairemde bulunan şehir dairelerine kadar vazifemi genişlettiğimi ve bu hizmetin çok büyük olduğunu kendi kendime ders veriyor ve böyle bir zanda bulunuyordum". ta ki bu cümleler tekrar hatırıma gelene kadar...

Bu noktada hususi bir hatıramı arz etmek istiyorum: Yakın zamanda eşimi telefonla arayıp "bazı sitelerde risale-i nurları nazara verip neşretmeye çalışıyorum diye sevincimi arz ettiğimde eşim bu manaları bana ihsas etti. "Keşke önce evdeki anne babana okuyabilsen, onların kulakları bu hakikatleri duymaya daha muhtaç, en önemli hizmet dar dairede ve diğer daireler buna nisbeten geniş daire hükmünde". 


Eşimden bu hatırlatmayı alınca bu kısımları tekrar mütalaa ettim zihnimde. Ancak bilirsiniz, çocuğun babasına ders verir mahiyette kitabı açıp ders vermesi kadar zor bir durum yoktur. Hocalık makamına geçmek belki babayı rahatsız edebilir. Nasıl yaparım ederim derken "bizim vazifemiz anlatmak, netice Allahtan. Vazife-i ilahiyeye karışmamam gerektiğini kendime ders vermeye çalışıyordum iç alemimde. Babama nasıl kitap okuyacaktım... Sahi? Siz nasıl okurdunuz?

Sözler kitabımı elime aldım ve bismillah diyerek içimden dua ettim. Babacığım hadi bana biraz kitap okurmusun.  Bana biraz hikaye oku diye küçük çocuk gibi şımardım diyebilirim-rol yaptım bu otuz yaşıma yaklaşırken... Babam tebessüm etti ve kitabı eline aldı. Rafta tozlanmış kitabı... Farkında olmadığı... ve oturduk... Dördüncü sözü açtım... Okumaya başladı... Hikayecik bitti... beraber sualler sorduk... Anlamaz diye korkmuştum belki ancak öyle güzel anlamıştı ki babam, hikayenin hakikatlerini anlamakta hiç zorluk çekmedi. Kendi buldu çoğunu... yirmidört altın... çiftlik... bilet... Sonrasında mı ne oldu... Ders bitti ve babam hemen abdest aldı, namaza koştu... Annemle latifeleşti birbirlerine namazı teşvik ettiler...


Şimdi düşünüyorum da yarın öbür gün vadem dolsa, babamın ömür sermayesi tükense acaba bana ya da babama "Türkiye ya da dünya siyasetinde neler olmuş neler bitmiş takip ettin mi, taraf oldun mu görüşün ne? diye sualler mi sorulacak?" yoksa asıl vazifelerimi ve babamın asıl vazifelerini yaptığımımızı mı?


Geniş dairede iman hizmeti yaparken acaba dar dairede öncelikle enfüsi alemimizde olan kalbi okumalarımızı ve meşkuliyetlerimizi, aile fertlerimizle olan alakalarımızı risale-i nurla birleştirebiliyor, bir ders halkası oluşturabiliyor muyuz? Bu noktada Hulusi ağabeyin barla lahikasında geçen şu kısım hatırıma geliyor ve talebelikten ne kadar da uzak düştüğümü görüyorum. İlgili kısım şöyle: "Niyetim büyük, tevfik Hüdâdan. Yalnız oda cemaatimize Yirmi Beşinci Söze kadar okudum. Ve inşaallah devam edeceğim. Emrinize tebean ve duanıza binaen fütur getirmiyorum. Maddî vazifem oradakinden daha ağırdır. Fakat her umurumda Allah'a istinad ettiğim için, ümitsizliğe düşmüyorum. Oradan ayrıldıktan sonraki füyuzattan istifade etmeyi cân ü yürekten arzu ediyorum. Nâtamam kalan Otuz İki ve Otuz Üçüncü Sözler'in de itmâmına muvaffak olmanızı eltâf-ı İlâhiyeden niyaz eylerim. 

Bu satırları okuduğumda bir oda cemaatimin dahi olmaması, düşünsenize yalnız oda cemaatine yirmibeşinci söze kadar okuyabilmiş halis Hulusi ağabey... Kendime baktığımda sadece bir dördüncü sözü okumakla neredeyse kendine kahramanlık çıkaracak olan ben! Ne kadar da uç noktalar...

Devam edelim:

Geniş dairede olan bir siyasi meselede dahi saatlerimizi harcayıp tartıştığımız ve bilip bilmeden, anlamadan belki taraf olup, tarafında olduğumuz cenahın zulmünü hoş gördüğümüz vakitlerimiz çok değil mi? Hane dairemizde bulunan aile fertlerimizden birisi yarın ölse acaba şunun acısını yüreğimizde hissedebilecekmiyiz "namaz kılmıyordu, keşke namaza dair bahislerden bahsedebilseydim, iblağ edebilseydim belki buna vesile olabilirdim"... siyasi meselelerle vaktimizi zayi ettik...


Bunları arz ettikten sonra yanlış anlaşılmaması için bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Elbette geniş dairede bir çeşit vazifelerimiz bulunabilir ve bulunacaktır. Ancak bu vazifemizin muvakkat olduğunu unuttuğumuz ne kadar da çok oluyor? Örneğin bir oy verilecek ancak bu oy-un mahiyetine dair bir sene tartışmak, mütalaa etmek çok abes değil mi sizce? Kuvvetimizi yok yere harcamak değil mi? Kalb dairemiz yetim, hane dairemiz risale-i nurlara öksüz ve aç iken, geniş daireye her daim çalışmak ve kuvvet göndermemizin bize bir mes'uliyeti yok mu?


Bu meselemizin çok uzun olacağını yazımızın başında söylemiştik. Hatırımızda bulunan diğer noktaları inşaallah sizlerin dualarıyla yazıya dökmeye muvaffak olmayı niyaz ederken yazımı risale-i nurdan şu cümle ile bitirmek istiyorum:

Hem Risale-i Nur'un has talebeleri, bakî elmaslar hükmünde olan hakaik-ı îmaniyenin vazifesi içinde iken zalimlerin satranç oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fıkirlerini onlar ile bulaştırmamak gerektir. Cenab-ı Hak, bize, nur ve nûranî vazife vermiş; onlara da, zulümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına, vazifemizin zararına, bakmaya tenezzül etmek hatadır. Bize ve merakımıza dairemiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envar-ı îmaniye kafi ve vafidir.
 
Said Nursî




Halil KARTAL

Bismillah...

Bismillah her hayrın başıdır...

Biz de bu surette dualarınızın ve şahs-ı manevinin bereketi ile inşaallah kur'andan ve kur'anın manevi bir tefsiri olan risale-i nurdan mütalaalarımızı, kısmı taharrilerimizi, mevzu araştırmalarımızı siz kardeşlerimizle paylaşmaya çalışacağız.

Bu noktadan bizleri takip eden kardeşlerimizin bizlerin muvaffakiyetine yardım için dualarını ve himmetlerini üzerimizden eksik etmemelerini temenni ediyoruz...

Çalışmak bizden, tevfik Allahtan...

Muhabbetle...

Halil KARTAL